Transfer dönemi yeni başlamışken büyük takımlarımıza bir reçete yazayım dedim. Yalnız bu reçeteyi federasyonun aldığı yabancı sınırlaması kuralının aynen devam edeceğini varsayarak kaleme alıyorum.
Öncelikle gelecek seneden itibaren sahadaki ve yedek kulübesindeki futbolcu sayılarının yarıdan fazlasının Türk ya da devşirme futbolculardan oluşacağını düşünürsek takımların kadrolarına katacakları yabancıları çok ama çok dikkatli seçmeleri gerekeceğini söylemek yanlış olmaz. Ama ondan daha da önemlisi mevcut yerli oyuncu havuzundan en iyi seçimi yapmak. Çünkü yerli futbolcularımızı en iyiden en kötüye doğru sıraladığımızda üsttekiler çok büyük paralara büyük takımlarımıza diğerleri de daha uygun fiyatlara diğer kulüplerimize dağılacak. Hiçbir oyuncumuz yurt dışına çıkmayacak çünkü burada kazandıkları paraların yurt dışına çıktıklarında rüyasını bile göremeyecekler. Bu durumda takımların bu gerçeği görerek kadrolarını şimdiden millileştirmelerinde yarar var.
Üzerine mesai harcanacak iki seçenekten birinin devşirme futbolcular olduğundan bahsetmiştim. Buna en iyi örnek 34 yaşından gün almış olmasına rağmen Nobre'nin hala büyük takımlarımız tarafından isteniyor olması. Türk statüsünde oynaması ve biraz eli ayağı düzgün futbolu onu hemen aranan futbolcu yapıyor. Tita, Vederson ve nerede olduğunu bilmediğimiz ama yakın zamanda takımlarımızın birinde görmemiz muhtemel olan Aurelio bu neslin son örnekleri.
Mesut Özil, Arda Turan, İlkay Gündoğan ve Nuri Şahin'in 30'lu yaşları devirmeden ve yıılık en az 5-6 milyon euroları garanti eden sözleşmeler önlerine konulmadan bu diyarlara geleceklerini düşünmüyorum. (Kral Kupası maçları hariç 1 yıl top oynamamış Hamit örneğinden yola çıkarak bu kanıya vardım.) Mevlüt, Ömer Toprak, Tolga Ciğerci, Mehmet Ekici, Tunay Torun, Tolgay Arslan Serdar Taşçı,Sercan Sararer gibi futbolcuların ise aslında oynadıkları liglerin vasat oyuncuları olduklarını düşünüyorum ve yazacağım reçetede bu isimlere değerlerinin üzerinde fiyat biçildiği için yer vermiyorum.
Bu isimler dışında gurbetçi oyunculardan beni en çok ve tek heyecanlandıran ismin Kerim Frei olduğunu söyleyebilirim. Hızı, top tekniği ve yaşı düşünüldüğünde takımlarımıza, bu oyuncuyu daha fazla palazlanıp fiyatı artmadan kadrolarına kazandırmalarını acilen öneririm. Kaleci pozisyonunda ise Trabzon dışındaki bütün kulüplerin sıkıntılı olduğunu düşünürsek formsuz olsa bile Sinan Bolat mutlaka alınmalı.
Gelelim iç piyasaya. Burdan yapılacak her transferin el yakacağını en başta söyleyeyim ama durum bu yapacak birşey yok.Kalesini ucuza sağlama almak isteyen varsa kaleci fabrikası Trabzon'un 1461'inden Fatih Öztürk'ü hemen alsın. Aykut Demir ve Serdar Aziz isimleri, ligdeki stoperlerin çoğunun yabancı olduğunu düşünürsek kaçırılmamalı. Ordu'dan Atila Turan sol bek için düşünülebilecek tek seçenek olarak görünüyor. Yurt dışı altyapısı ve izlediğim kadarıyla iyi olan sol ayağı Türkiye standartlarında iş yapar. Orta sahada ilk isim herkesin malumu Alper Potuk. Yine 1461'den iki sarı fırtına Göksu Alhas ve Yusuf Erdoğan çok hızlılar. Antalya'dan Emrah Başsan sol ayaklı topçu sıkıntısına ve Antep'ten Muhammet Demir ise gol sıkıntısına çare olur. Bursa'yı büyüklerden saymazsak Ferhat Kiraz ve daha önce büyük takım görüp başarısız olmasına rağmen Musa Çağıran bu takımdan alınabilecek isimler.
Kayserispor'a ayrı bir parantez açmak istedim. Mevcut kadrolarının büyük çoğunluğu Türk ve genç. Dolayısıyla Kayseri bu süreçte ciddi paralar kazanacak gibi duruyor. Sefa Yılmaz, Ömer Bayram, Okay Yokuşlu, Abdullah Durak ve Eren Güngör büyük takımlarda görmemiz muhtemel isimlerden bazıları.
Kısacası büyük kulüplerimize önerim; yaşı kemale ermiş yabancılara büyük paralar verip, izleme komitesi adı altında sadece, okyanus aşırı ülkelerdeki futbolcuların menajerleri tarafından topçunun en iyi maçlarının montaj edildiği videoları izleyip transfer yapacağınıza ve bu transferler tutmadığında adamları postalamak için akla karayı seçeceğinize gelin burada bahsettiğim adamları bir an önce, ucuzken alın. Yoksa yarın bu reçete de işe yaramaz, ameliyat gerekebilir.
Kalın sağlıcakla...
5 Ocak 2013 Cumartesi
3 Ocak 2013 Perşembe
Adam Kaçırmalar Tekrar Başlayabilir...
Ülkemizde bir transfer dönemi daha açıldı. Yine gazete sayfalarında dedikodular, çilekler, KOCAMAN hediyeler, bonservisi elinde ucuz yıldızlar ve bu dönemlerin olmazsa olmazı elit futbolcular boy boy yerlerini almaya başladılar.
Ancak bu ve bundan sonraki transfer dönemlerinde alışılmışın dışında bir şeyler olacak gibi. O da Türk yıldızlara verilen önemin çok daha fazla olacağı gerçeğidir. Çünkü federasyonun aldığı kararla önümüzdeki sezondan itibaren sahada 5 yabancı futbolcu yer alacak. Bu da sahada bir tane daha fazla Türk futbolcu bulunacağını anlamına geliyor. Sözleşme imzalanabilecek oyuncu sayısının 10'dan 8'e düşürüleceğini de düşünürsek yerli topçular daha çok prim yapacak. Dolayısıyla zaten sınırlı olan kaliteli Türk futbolculara olan talep artacağı için piyasanın ruhu gereği fiyatlar da artacaktır. Zaten ülkemizde biraz parlamış olan hemşehri futbolcularımızın transfer bedellerine bakarsak fiyatların şimdi bile ne kadar fahiş olduğunu görebiliyoruz.
Peki yabancı sayısına getirilen sınırlamanın artıları eksileri nelerdir? Yabancı sayısına getirilen sınırlama bence Türk futbolcusunu tembelleştiriyor. Çünkü kulüplerimiz yerli futbolcuya mecbur kalıyor. Ufak bir örnek verecek olursak Göhhan Zan ve Sabri Sarıoğlu bu kulüpte sadece yerli oldukları için kalıyorlar. Çünkü yıllardır izlediğim bu futbolcular üzerlerine hiçbir şey koyamadılar. Çünkü kafaları rahat. Ülkede stoper ve sağ bek yok. İyi olanlar da diğer büyük kulüplerde. Kulüp yabancı transfer yapamıyor, çünkü sınırlama var. Dolayısıyla bu yerlilere mecbur kalıyor.
Bence yabancı oyuncuda sınırlama, sayıya değil diğer kriterlere getirilmeli. Örneğin alınacak oyuncunun kendi ülkesinin genç ve milli takımlarında son 2 yılda oynadığı maç sayısına ya da milli takıma davet sayısına bakılabilir. Ama serbest piyasa ilkelerinin esas alındığı dünyamızda kesinlikle yabancı sayısı sınırlanmamalı, hatta serbest bırakılmalıdır. Endişe edilen milli takım başarısızlığına geldiğimizde ise milli takımları başarılı olan ülkelerde yabancı oyuncu sayısında herhangi bir sınırlama göremiyoruz. Örneğin Barcelona takımında yabancı sayısı serbest olmasına rağmen ilk 11'in en az 8 tanesi İspanyol ve hatta altyapı oyuncusu. Kısacası iyi, çalışkan ve yetenekli oyuncuyu başka bir yabancı oyuncuya kimse tercih etmez. Bu oyuncuları yetiştirileceği yerin adresini de artık herkes biliyor. Altyapı...
Önümüzdeki transfer dönemlerinde yöneticilerin, ülkedeki yetenekli futbolcuları takımlarına kazandırmak için ellerini ceplerine çok daha fazla sokmaları gerekecek gibi görünüyor. Hatta bazen paranın yetemediği yerlerde, aynen geçmiş yıllarda olduğu gibi bazı futbolcuları isteyerek yada istemeyerek kendi kulüplerine kaçırabilirler.
Kalın sağlıcakla...
Ancak bu ve bundan sonraki transfer dönemlerinde alışılmışın dışında bir şeyler olacak gibi. O da Türk yıldızlara verilen önemin çok daha fazla olacağı gerçeğidir. Çünkü federasyonun aldığı kararla önümüzdeki sezondan itibaren sahada 5 yabancı futbolcu yer alacak. Bu da sahada bir tane daha fazla Türk futbolcu bulunacağını anlamına geliyor. Sözleşme imzalanabilecek oyuncu sayısının 10'dan 8'e düşürüleceğini de düşünürsek yerli topçular daha çok prim yapacak. Dolayısıyla zaten sınırlı olan kaliteli Türk futbolculara olan talep artacağı için piyasanın ruhu gereği fiyatlar da artacaktır. Zaten ülkemizde biraz parlamış olan hemşehri futbolcularımızın transfer bedellerine bakarsak fiyatların şimdi bile ne kadar fahiş olduğunu görebiliyoruz.
Peki yabancı sayısına getirilen sınırlamanın artıları eksileri nelerdir? Yabancı sayısına getirilen sınırlama bence Türk futbolcusunu tembelleştiriyor. Çünkü kulüplerimiz yerli futbolcuya mecbur kalıyor. Ufak bir örnek verecek olursak Göhhan Zan ve Sabri Sarıoğlu bu kulüpte sadece yerli oldukları için kalıyorlar. Çünkü yıllardır izlediğim bu futbolcular üzerlerine hiçbir şey koyamadılar. Çünkü kafaları rahat. Ülkede stoper ve sağ bek yok. İyi olanlar da diğer büyük kulüplerde. Kulüp yabancı transfer yapamıyor, çünkü sınırlama var. Dolayısıyla bu yerlilere mecbur kalıyor.
Bence yabancı oyuncuda sınırlama, sayıya değil diğer kriterlere getirilmeli. Örneğin alınacak oyuncunun kendi ülkesinin genç ve milli takımlarında son 2 yılda oynadığı maç sayısına ya da milli takıma davet sayısına bakılabilir. Ama serbest piyasa ilkelerinin esas alındığı dünyamızda kesinlikle yabancı sayısı sınırlanmamalı, hatta serbest bırakılmalıdır. Endişe edilen milli takım başarısızlığına geldiğimizde ise milli takımları başarılı olan ülkelerde yabancı oyuncu sayısında herhangi bir sınırlama göremiyoruz. Örneğin Barcelona takımında yabancı sayısı serbest olmasına rağmen ilk 11'in en az 8 tanesi İspanyol ve hatta altyapı oyuncusu. Kısacası iyi, çalışkan ve yetenekli oyuncuyu başka bir yabancı oyuncuya kimse tercih etmez. Bu oyuncuları yetiştirileceği yerin adresini de artık herkes biliyor. Altyapı...
Önümüzdeki transfer dönemlerinde yöneticilerin, ülkedeki yetenekli futbolcuları takımlarına kazandırmak için ellerini ceplerine çok daha fazla sokmaları gerekecek gibi görünüyor. Hatta bazen paranın yetemediği yerlerde, aynen geçmiş yıllarda olduğu gibi bazı futbolcuları isteyerek yada istemeyerek kendi kulüplerine kaçırabilirler.
Kalın sağlıcakla...
30 Aralık 2012 Pazar
Havada 2000 Kokusu Var
Fatih Terim ve Galatasaray ismi bir arada zikredildiğinde akla ilk olarak başarı geliyor. Nasıl gelmesin ki. İki isme ayrı ayrı bakıldığında bile bütün var oluş süreçlerinin başarılarla dolu olduğunu görüyoruz. Hele birde ikisinin birlikteyken başardıklarına bakınca ülke olarak çok da alışık olmadığımız durumlar göze çarpıyor. Bence Galatasaray'ın Ferguson'u kesinlikle Fatih Terim olmalıdır ve arada başarısız olsa bile uzun yıllar o kulübede oturmalıdır.
Yalnız arada unutulmaması gereken bir 2. Fatih Terim dönemi var ki İmparator'un egosunun tavan yaptığını zamana denk gelir, bu da başarısızlığın ana unsurlarından biri olarak düşünülebilir. Çünkü hoca memleketinin de havasından olsa gerek az maço, astığım astık, kestiğim kestik, ben size göre daha iyi bilirim, ders almam, ders veririm halleriyle dönmüştü vatana. Haksızda sayılmazdı aslında ama tabi futbol kibiri kaldırmadı ve başarısızlık geldi.
Tabi başarısızlıktaki tek etken Fatih Terim değildi. En önemli sorunlardan biri stattı. O yıl oynanan Atatürk Olimpiyat Stadı'nın isminden başka hiç bir tarafının değerli olmadığına bizzat şahit oldum. Kabusa dönen ulaşımı, zemini, rüzgarı, kayda değer bir kalabalık toplanmasına rağmen bir türlü oluşamayan atmosferi vs. stadı başarısızlık için uygun hale getiriyordu. O zamanki kadro yapısı da büyük başarılara uygun değildi. Saman alevi gibi parlayıp sönen grafiği ayakta tutmaya çalışan topçular, yine altın çağdan takımda kalan Hasan Şaş, Bülent Korkmaz, Ergün Penbe ve gidip geri dönen Büyük ve Küçük Hakan bir de Arif Erdem idi. Tabi onların performansı da başarıya yetmedi. Ayrıca bir önceki sezonun istim üstündeki ismi Felipe'nin hocanın gazabına uğraması da ayrı bir tartışma konusu olabilirdi.
Galatasaray ve Fatih Hocanın 3. buluşmasına baktığımızda ise arada geçen sürede ne yapması ve ne yapmaması gerektiğini iyi hesap etmiş, başarıyı yakalamada beraber çalışacağı ekibin de ne kadar önemli olduğunu kavramış ve ekibini birlikte başarıyı tattığı isimlerden kurmuş, ülke gerçeklerini fark edip sadece işini yapmanın, polemiklerden ve sık sık yaşadığı kulüp içi hesaplaşmalardan daha iyi olacağını görmüş bir İmparator görüyoruz. Ayrıca enkaz üzerine geldiği ilk seneyi gayet başarılı tamamlaması hem maddi hem de manevi olarak kulübü oldukça rahatlatmış görünüyor.
Bu seneye geldiğimizde ise lokal olarak gelen başarıdan sonra takımıyla barışmış ve yurt dışı başarılarına susamış bir taraftar, her biri bölgelerinin önemli isimleriyle kurulmuş kaliteli bir kadro ve önümüzdeki bir ay içinde yenilenecek zemini, muhteşem ambiyansı ve herkese nasip olmayacak kadar güzel-manidar koreografilere sahne olan tribünleriyle bir stat, yıllar sonra çıkılan Avrupa sahnesinde birkaç tökezlemeden sonra kazanılan ritim ve coşku başarı için herşeyin hazır olduğunun sinyalini veriyor. 12 yıl önce yakaladığımız başarıya baktığımızda yönetim-futbolcu-taraftar üçlüsünün bir arada olmasının ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Şimdilerde de bu üçlü bir arada görünüyor. Dolayısıyla bir Galatasaraylı olarak rahatlılıkla söyleyebilirim. Belki bu sene değil fakat çok uzakta da değil. Havada yine, yeniden 2000 kokusu var...
Yalnız arada unutulmaması gereken bir 2. Fatih Terim dönemi var ki İmparator'un egosunun tavan yaptığını zamana denk gelir, bu da başarısızlığın ana unsurlarından biri olarak düşünülebilir. Çünkü hoca memleketinin de havasından olsa gerek az maço, astığım astık, kestiğim kestik, ben size göre daha iyi bilirim, ders almam, ders veririm halleriyle dönmüştü vatana. Haksızda sayılmazdı aslında ama tabi futbol kibiri kaldırmadı ve başarısızlık geldi.
Tabi başarısızlıktaki tek etken Fatih Terim değildi. En önemli sorunlardan biri stattı. O yıl oynanan Atatürk Olimpiyat Stadı'nın isminden başka hiç bir tarafının değerli olmadığına bizzat şahit oldum. Kabusa dönen ulaşımı, zemini, rüzgarı, kayda değer bir kalabalık toplanmasına rağmen bir türlü oluşamayan atmosferi vs. stadı başarısızlık için uygun hale getiriyordu. O zamanki kadro yapısı da büyük başarılara uygun değildi. Saman alevi gibi parlayıp sönen grafiği ayakta tutmaya çalışan topçular, yine altın çağdan takımda kalan Hasan Şaş, Bülent Korkmaz, Ergün Penbe ve gidip geri dönen Büyük ve Küçük Hakan bir de Arif Erdem idi. Tabi onların performansı da başarıya yetmedi. Ayrıca bir önceki sezonun istim üstündeki ismi Felipe'nin hocanın gazabına uğraması da ayrı bir tartışma konusu olabilirdi.
Galatasaray ve Fatih Hocanın 3. buluşmasına baktığımızda ise arada geçen sürede ne yapması ve ne yapmaması gerektiğini iyi hesap etmiş, başarıyı yakalamada beraber çalışacağı ekibin de ne kadar önemli olduğunu kavramış ve ekibini birlikte başarıyı tattığı isimlerden kurmuş, ülke gerçeklerini fark edip sadece işini yapmanın, polemiklerden ve sık sık yaşadığı kulüp içi hesaplaşmalardan daha iyi olacağını görmüş bir İmparator görüyoruz. Ayrıca enkaz üzerine geldiği ilk seneyi gayet başarılı tamamlaması hem maddi hem de manevi olarak kulübü oldukça rahatlatmış görünüyor.
Bu seneye geldiğimizde ise lokal olarak gelen başarıdan sonra takımıyla barışmış ve yurt dışı başarılarına susamış bir taraftar, her biri bölgelerinin önemli isimleriyle kurulmuş kaliteli bir kadro ve önümüzdeki bir ay içinde yenilenecek zemini, muhteşem ambiyansı ve herkese nasip olmayacak kadar güzel-manidar koreografilere sahne olan tribünleriyle bir stat, yıllar sonra çıkılan Avrupa sahnesinde birkaç tökezlemeden sonra kazanılan ritim ve coşku başarı için herşeyin hazır olduğunun sinyalini veriyor. 12 yıl önce yakaladığımız başarıya baktığımızda yönetim-futbolcu-taraftar üçlüsünün bir arada olmasının ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Şimdilerde de bu üçlü bir arada görünüyor. Dolayısıyla bir Galatasaraylı olarak rahatlılıkla söyleyebilirim. Belki bu sene değil fakat çok uzakta da değil. Havada yine, yeniden 2000 kokusu var...
27 Aralık 2012 Perşembe
Kim Bu Düşman? Bu Nasıl Düşmanlık?
3 Temmuz süreci patlak verdiğinde ve olaylar tartışılmaya başlandığında bütün Fenerbahçeli arkadaşlar bunun bir komplo, Fenerbahçe düşmanlığı ve Fenerbahçe'yi bitirme politikası olduğunu savundular. Konuyla ilgili çok güçlü kanılarım olmasına rağmen anlamaya çalıştım. Komplo tezini savunan arkadaşlarıma sürekli kimin, neden Fenerbahçe' ye böyle bir oyun oynamak isteyeceğini sordum, Çünkü gerçekten Fenerbahçe'ye ya da Aziz Yıldırım'a karşı kimin, neden bu kadar büyük bir kin duyacağını yada bundan ne gibi bir çıkar elde edeceğini çok merak ediyordum.
Dinlediğim teorilerin genelinde Aziz Yıldırım'ın büyük silah ihalelerine girdiğine, hükumetin de bunu istemediğini, dolayısıyla Aziz Yıldırım'ı bitirmek istediğini söylediler. Tam anlamıyla kavrayamamakla birlikte benim bilemediğim bir doğruluk payı olabileceğini düşünerek hak verdim. Bir diğer teoride ise cemaatin Türkiye'de kendisinden daha büyük bir oluşumun bulunmasını istemeyerek Fenerbahçe'yi hedef aldığı yönündeydi. Fenerbahçe'nin sadece bir spor kulübü olduğunu, 20-25 milyon olduğu iddaa edilen taraftar sayısının hepsinin aynı ideolojik görüşe sahip olmadığını, hepsinin aynı partiye oy vermediğini yok sayarak bu görüşte de doğruluk payı olabileceğini düşündüm ve bu görüşe de hak verdim.
Fakat sürecin sonuna gelinirken en başta olası düşmanlardan biri olarak gösterilen hükumetin birinci adamı başbakan R.T.E. 'nin bu gibi davalarda kişiler ve kurumları birbirinden ayırılması gerektiğini dile getirmesi , daha sonrasında ise bağımsız mahkemelerin şikenin yapıldığı ile ilgili hüküm vermesine rağmen Fenerbahçe'ye herhangi bir zarar gelmemesi olası düşmanlardan biri olan hükumet kanadının aslında düşman değil tam bir kötü gün dostu olduğunu ortaya çıkarıyordu. Bundaki en büyük işaret ise süreç başında düşman ilan edilen, hatta "sandıkta görüşürüz Tayyip" diye tezahurat yapılan başbakana teşekkür üstüne teşekkür edilmesi idi.
Yine sürekli savunulan "adli yargı ile spor yargısı birbirinden farklıdır ve alınan kararlar birbirini bağlamaz" mottosu da Fenerbahçe'yi kurtaramazdı.Çünkü her iki yargı da Fenerbahçe'yi suçlu buluyordu, Fakat olası düşmanlardan bir diğeri olan TFF apar topar toplanarak maddeleri değiştirdi, o da yetmedi başkanı, başkanvekili, menajeri, tercümanı vs. kendi disiplin kurullarınca suçlu bulunmasına rağmen bir kulubü yine kurtardı. Yani bu düşman da Fener'e kötü gün dostluğu yaptı.
Bir diğer olası düşman ise eli sopalı UEFA idi. O da Fener'in açığını arıyordu. Eğer bir hatasını bulursa kulubü yıllarca Avrupa'dan men edecekti hatta kendi liginde alt liglere düşürülmesini, eksi puanlar almasını sağlayacaktı. Fakat gördük ki Olympiakos Voulou, Sion, Juventus, Milan gibi kulüplere acımayan UEFA iş Fener'e gelince kötü günlerde düşman değil dost olunması gerektiğini tüm dünyaya gösterdi.
Geçen haftasonu Galatasaray'ın 2-1 kazandığı derbide kırmızı kart gören Meireless'in 12 maç ceza aldığını duyunca bu cezanın Fenerbahçe cephesi tarafından fazla bulunacağını ve hemen bir Fenerbahçe düşmanlığı, Fenerbahçe'yi bitirmek için yazılan senaryoların hayata geçirilmesi olarak tepki gösterilceğini tahmin etmiştim ki yanılmadım çok geçmeden resmi siteden bu karara karşı FB düşmanlarına gerekli tepkinin verileceğini söyleyen bir bildiri hemen yayınlandı.
Tahkim Kurulu, şike ile ilgili kararı verirken şikenin sahaya yansımadığının en büyük delilinin hakem veya gözlemci raporlarında herhangi anormal bir ifadeye rastlanmamış olması olarak göstermişti. Fakat aynı tahkim, suratına tükürüldüğünü iki kere rapor yazarak ısrarla ifade eden hakemin raporunu hiçe sayarak, hakemini yalancı çıkararak ve full hd görüntülerde tükürük tanesi arayıp bulamadığını söyleyerek 12 maçlık cezayı 4 maça indirdi.
Şimdi bunca laf kalabalığından sonra yine aklıma aynı soru geliyor. Kim bu FB düşmanı. Hükümet, cemaat, TFF, UEFA. Bunlardan hangisi? Defalarca eline fırsatlar geçmesine rağmen FB'yi yıkmayan bu düşman kim? Ve bu nasıl düşmanlık?
Dinlediğim teorilerin genelinde Aziz Yıldırım'ın büyük silah ihalelerine girdiğine, hükumetin de bunu istemediğini, dolayısıyla Aziz Yıldırım'ı bitirmek istediğini söylediler. Tam anlamıyla kavrayamamakla birlikte benim bilemediğim bir doğruluk payı olabileceğini düşünerek hak verdim. Bir diğer teoride ise cemaatin Türkiye'de kendisinden daha büyük bir oluşumun bulunmasını istemeyerek Fenerbahçe'yi hedef aldığı yönündeydi. Fenerbahçe'nin sadece bir spor kulübü olduğunu, 20-25 milyon olduğu iddaa edilen taraftar sayısının hepsinin aynı ideolojik görüşe sahip olmadığını, hepsinin aynı partiye oy vermediğini yok sayarak bu görüşte de doğruluk payı olabileceğini düşündüm ve bu görüşe de hak verdim.
Fakat sürecin sonuna gelinirken en başta olası düşmanlardan biri olarak gösterilen hükumetin birinci adamı başbakan R.T.E. 'nin bu gibi davalarda kişiler ve kurumları birbirinden ayırılması gerektiğini dile getirmesi , daha sonrasında ise bağımsız mahkemelerin şikenin yapıldığı ile ilgili hüküm vermesine rağmen Fenerbahçe'ye herhangi bir zarar gelmemesi olası düşmanlardan biri olan hükumet kanadının aslında düşman değil tam bir kötü gün dostu olduğunu ortaya çıkarıyordu. Bundaki en büyük işaret ise süreç başında düşman ilan edilen, hatta "sandıkta görüşürüz Tayyip" diye tezahurat yapılan başbakana teşekkür üstüne teşekkür edilmesi idi.
Yine sürekli savunulan "adli yargı ile spor yargısı birbirinden farklıdır ve alınan kararlar birbirini bağlamaz" mottosu da Fenerbahçe'yi kurtaramazdı.Çünkü her iki yargı da Fenerbahçe'yi suçlu buluyordu, Fakat olası düşmanlardan bir diğeri olan TFF apar topar toplanarak maddeleri değiştirdi, o da yetmedi başkanı, başkanvekili, menajeri, tercümanı vs. kendi disiplin kurullarınca suçlu bulunmasına rağmen bir kulubü yine kurtardı. Yani bu düşman da Fener'e kötü gün dostluğu yaptı.
Bir diğer olası düşman ise eli sopalı UEFA idi. O da Fener'in açığını arıyordu. Eğer bir hatasını bulursa kulubü yıllarca Avrupa'dan men edecekti hatta kendi liginde alt liglere düşürülmesini, eksi puanlar almasını sağlayacaktı. Fakat gördük ki Olympiakos Voulou, Sion, Juventus, Milan gibi kulüplere acımayan UEFA iş Fener'e gelince kötü günlerde düşman değil dost olunması gerektiğini tüm dünyaya gösterdi.
Geçen haftasonu Galatasaray'ın 2-1 kazandığı derbide kırmızı kart gören Meireless'in 12 maç ceza aldığını duyunca bu cezanın Fenerbahçe cephesi tarafından fazla bulunacağını ve hemen bir Fenerbahçe düşmanlığı, Fenerbahçe'yi bitirmek için yazılan senaryoların hayata geçirilmesi olarak tepki gösterilceğini tahmin etmiştim ki yanılmadım çok geçmeden resmi siteden bu karara karşı FB düşmanlarına gerekli tepkinin verileceğini söyleyen bir bildiri hemen yayınlandı.
Tahkim Kurulu, şike ile ilgili kararı verirken şikenin sahaya yansımadığının en büyük delilinin hakem veya gözlemci raporlarında herhangi anormal bir ifadeye rastlanmamış olması olarak göstermişti. Fakat aynı tahkim, suratına tükürüldüğünü iki kere rapor yazarak ısrarla ifade eden hakemin raporunu hiçe sayarak, hakemini yalancı çıkararak ve full hd görüntülerde tükürük tanesi arayıp bulamadığını söyleyerek 12 maçlık cezayı 4 maça indirdi.
Şimdi bunca laf kalabalığından sonra yine aklıma aynı soru geliyor. Kim bu FB düşmanı. Hükümet, cemaat, TFF, UEFA. Bunlardan hangisi? Defalarca eline fırsatlar geçmesine rağmen FB'yi yıkmayan bu düşman kim? Ve bu nasıl düşmanlık?
17 Ekim 2012 Çarşamba
Hey Türk! Yumurta Düşmek Üzere
Milli maçları izledikçe bu kadroya, bu kadar imkana rağmen bu kadar başarısız olan, hatta tel tel dökülen bir takımı izlemek insanı kahrediyor. 4 maçın 3'ünü kaybedip, üç puan alınan Estonya maçını da zor bela kazandığımızı hatırlayınca Brezilya'da hangi takımı tutacağımızı şimdiden düşünmeye başlamak oldukça üzücü ve normal görünüyor.
Futbol tarhimize baktığımızda Abdullah Avcı'nın koyduğu grup birinciliği hedefinin gerçekçi olmadığı ya da futbolsuz yaz günlerinde içimize su serpen, Hiddink'ten sonra bizi galeyana getirip miili duygularımızı kabartan iyi bir temenniden ibaret olduğunu farketmiş olduk.
Gruptaki takımların kadrolarına baktığımda hala bizim takımımızın grubun 4. sırasında yer aldığına inanmak istemiyorum. Grupta Hollanda dışında kadro kalitesi olarak bizim takımın yakınında duracak bir takım olduğunu düşünmüyorum.Hatta kadro seçimimizde dışarıda kalan futbolcularımızın bile Macar ve Romen kadrolarından yarışabilecek düzeyde olduğunu düşünüyorum. Bu durumda sorunun farklı birşeyler olduğu belli oluyor. O da kuvvetsizlik, onun doğurduğu formsuzluk ve konsantrasyon eksiklikleri. Bu takımda özellikle Volkan, Hamit, Emre, Arda, Nuri ve Burak Yılmaz'ın Mart ayında oynanacak olan maçlarda çok daha formda olacaklarını tahmin ediyorum.
Kadroya şu çağırılsaydı daha iyi olurdu, bu futbolcunun bu takımda yeri yok gibi muhabbetler bence son derece yanlış. Çünkü takımın tamamı gerçekten kaliteli. Tabii alternatifleri daha iyi olabilecek isimler olabilir. Örneğin sol bekte Hasan Ali yerine iyileşmiş bir İsmail Köybaşı, solda Sercan Sararer ısrarından vazgeçilip tekrar eski mevkiine çekilmiş bir Arda Turan ve takımda öyle yada böyle mutlaka olması gereken Selçuk İnan tercihleri birçok sorunu halledebileceğini düşünüyorum.
Gelelim fikstüre. iki Andorra ve içerde oynanacak Macaristan maçları kazanmamız, Romanya deplasmanına iddialı ve moralli gitmemizi sağlayacaktır. Biz bu maçları oynarken rakibimiz Romanya ise iki kere Macaristan ve Hollanda ile Hollanda'da oynayacağı için bu fikstürden Macarlardan alacakları 1 galibiyet, 1 beraberlik ve Hollanda mağlubiyeti ile 4 puan ile ayrılacaklardır. Bu durumda puanlar Romanya:13 Macaristan:10 ve Türkiye:12 olacaktır. Romanya deplasmanında alacağımız bir galibiyet( bence imkansız değil) bizi grup ikinciliğine taşıyacaktır.
Geriye Estonya deplasmanı ve içeride yıllar önce yenmeyi başardığımız Hollanda maçları kalıyorki bu maçları da bizi şimdiye kadar futbollarıyla kanser eden arkadaşlardan bizahmet kazanmalarını rica ediyoruz.
Aşırı Polyannacı görünüyor olabilir fakat imkansız değil. Olursa sonrası play-off. Orda kim gelir, neler olur bilemem ama benim bildiğim hemşerim o yumurtayı hissettiyse aşağıya düşürmez...
Kalın sağlıcakla...
Futbol tarhimize baktığımızda Abdullah Avcı'nın koyduğu grup birinciliği hedefinin gerçekçi olmadığı ya da futbolsuz yaz günlerinde içimize su serpen, Hiddink'ten sonra bizi galeyana getirip miili duygularımızı kabartan iyi bir temenniden ibaret olduğunu farketmiş olduk.
Gruptaki takımların kadrolarına baktığımda hala bizim takımımızın grubun 4. sırasında yer aldığına inanmak istemiyorum. Grupta Hollanda dışında kadro kalitesi olarak bizim takımın yakınında duracak bir takım olduğunu düşünmüyorum.Hatta kadro seçimimizde dışarıda kalan futbolcularımızın bile Macar ve Romen kadrolarından yarışabilecek düzeyde olduğunu düşünüyorum. Bu durumda sorunun farklı birşeyler olduğu belli oluyor. O da kuvvetsizlik, onun doğurduğu formsuzluk ve konsantrasyon eksiklikleri. Bu takımda özellikle Volkan, Hamit, Emre, Arda, Nuri ve Burak Yılmaz'ın Mart ayında oynanacak olan maçlarda çok daha formda olacaklarını tahmin ediyorum.
Kadroya şu çağırılsaydı daha iyi olurdu, bu futbolcunun bu takımda yeri yok gibi muhabbetler bence son derece yanlış. Çünkü takımın tamamı gerçekten kaliteli. Tabii alternatifleri daha iyi olabilecek isimler olabilir. Örneğin sol bekte Hasan Ali yerine iyileşmiş bir İsmail Köybaşı, solda Sercan Sararer ısrarından vazgeçilip tekrar eski mevkiine çekilmiş bir Arda Turan ve takımda öyle yada böyle mutlaka olması gereken Selçuk İnan tercihleri birçok sorunu halledebileceğini düşünüyorum.
Gelelim fikstüre. iki Andorra ve içerde oynanacak Macaristan maçları kazanmamız, Romanya deplasmanına iddialı ve moralli gitmemizi sağlayacaktır. Biz bu maçları oynarken rakibimiz Romanya ise iki kere Macaristan ve Hollanda ile Hollanda'da oynayacağı için bu fikstürden Macarlardan alacakları 1 galibiyet, 1 beraberlik ve Hollanda mağlubiyeti ile 4 puan ile ayrılacaklardır. Bu durumda puanlar Romanya:13 Macaristan:10 ve Türkiye:12 olacaktır. Romanya deplasmanında alacağımız bir galibiyet( bence imkansız değil) bizi grup ikinciliğine taşıyacaktır.
Geriye Estonya deplasmanı ve içeride yıllar önce yenmeyi başardığımız Hollanda maçları kalıyorki bu maçları da bizi şimdiye kadar futbollarıyla kanser eden arkadaşlardan bizahmet kazanmalarını rica ediyoruz.
Aşırı Polyannacı görünüyor olabilir fakat imkansız değil. Olursa sonrası play-off. Orda kim gelir, neler olur bilemem ama benim bildiğim hemşerim o yumurtayı hissettiyse aşağıya düşürmez...
Kalın sağlıcakla...
8 Eylül 2012 Cumartesi
Saçsız Star
Transferin son gününde Galatasaray takımına katılan Cris'i görünce, futbolcular için imajın ne kadar önemli bir konu olduğunu tekrar gördüm. Cris'in yılardır uzamayan saçları aklıma geçmişte izlediğim "parlak" futbolcuları getirdi. Tabiki bu futbolcuların tek özellikleri sadece saçsız olmaları değil, dönemlerine damga vuran birer yıldız olmalarıydı.
Kaleyi, Ömer Çatkıç'ın bir röportajında "Ben ona benzemiyorum, o bana benziyor." diyerek işaret ettiği Fransızların ünlü kalecisi Fabien Barthez koruyor.
Sağ bekte 2000'li yılların başında Avrupa'da Galatasaray'ın rakibi olmayı alışkanlık haline getiren Deportivo'nun emektar futbolcusu Manuel Pablo var. Saçlarının hiç olmaması beni ta o zamanlarda sanki çok yaşlıymış gibi hissettirmişti. Fakat geçen hafta La Liga özetlerini ilerken onu yine gördüğümde yaşının henüz 36 olduğunu öğrendim. Takımı küme düştüğünde takımını terk etmemesi kulübü için efsane olduğunu gösteriyor. Tandem de Portakalların "Ayı" lakaplı efsanesi Jaap Stam ve Beşiktaş'ın 100. yıl şampiyonluğunda ilerlemiş yaşına rağmen büyük paya sahip olan Antonio Zago. Zago'nun defansta başarısını, hırsını ve sert futbolunu aslen İtalyan olmasına bağlamamız oldukça mümkün görünüyor. Sol bekte ise yolu bu coğrafyadan da geçen, lüle lüle saçları olsa bile dünyada her yüz futbolseverden doksanının gözü kapalı yazacağı bir isim var. Roberto Carlos.
Orta sahanın ortasında Yüzüklerin Efendis'nin Kıymetli'sini hatırlatan suratıyla bir viking var. Daha çok Real Madrid'de hatırladığımız fakat asıl çıkışını kariyerinde iki kez uğradığı Everton'da yapan Thomas Gravesen. Yanında bence dünyanın en iyi futbolcusu olan, Zinedine Zidane. İster Dünya Kupası finali olsun, ister Şampiyonlar ligi finali olsun hiç kimsenin annesine sövemeyeceğini Materazzi üzerinde göstermesiyle ayrıca sevgimizi kazanmıştır Zizou. Başka bir ilginç özelliği de suratından bir şelale gibi suların, daha doğrusu terlerin dökülmesiydi. Kanatların birinde bir Sırp olmasına rağmen , komşu ülke Yunanistan'da 13 yıl giydiği Olympiakos formasıyla ve kazandığı 12'si lig şampiyonluğu olmak üzere 16 kupayla efsane olan Predrag Djordevic. Orta sahanın bir başka kel yıldızı tanıdık bir isim. Sol kanatta hızla ilerlerken birden durup içeri girmesi, geçtiği rakibini bir kaç kez daha geçmeye çalışması hatta kendine çalım atma çabalarıda olmasaydı belki elit takımların birinde forma giyebilecek bir kapasiteye sahip olan bir Çukurova çocuğu, Hasan Şaş.
Forvet ikilimizi uzun ve jöleli saçları ile meşhur İtalyanlardan seçtim. İlk isim faal futbol hayatını hala devam ettiren, kariyerinde İtalya şampiyonluğu, kupası, gol krallığı, Valencia ile Süper Kupa gibi başarılar olmasına rağmen efsane bir forvet olamayan Marco Di Vaio. Yanında ise aklımda hep rakibi yerdeyken topu boş kaleye yuvarlamak yerine eline alan ve başkent derbilerinde tribünlere yaptığı faşist selamla futbolun sadece futbol olmadığını gösteren bir isim var. Paolo Di Canio.
Bu isimler dışında yazılabilecek bir çok futbolcu olduğunun farkında olmakla birlikte, genelde izleyebildiklerimi seçmeye çalıştım. Bu isimlere baktıkça saç uzunluğu ile sahadaki performans arasında bir ters orantı olup olmadığını düşünmeden edemiyorum...
4 Eylül 2012 Salı
Yıllanmış Çilek
Transfer döneminin son günleri Galatasaray için sıkıntılı gibi geçiyor görünse de aslında takım içinde birkaç zayıf noktadan birinin güçlendirilmesi ile sonuçlanması bu sıkıntılı durumun takım için hayırlı sonuçlanmasına neden oldu diyebiliriz. Konuyu biraz açalım...
Transfer büyük ölçüde tamamlandıktan sonra Galatasaray'ın gündeminde iki transfer dedikodusu sürekli dillerde dolaştı.
Sol bek ve Kaka...
Kaka olayı taraftarı ikiye bölmüş durumdaydı. Kimileri çok büyük bir yıldız olduğunu, Avrupa sahnesinde Galatasaray'a değer katacağını aynı zamanda forma satışlarında da büyük bir artışa neden olacağını düşünüyordu. Kimileri ise yaşlı ve formsuz olduğunu ayrıca yıllık ücretiyle takım içi dengeleri bozacağını ve bu yüzden gereksiz bir transfer olacağını düşünüyordu.
Her iki tarafın da görüşlerinde de haklılık payı var fakat asıl gerçek Galatasaray'ın sisteminin Kaka'ya uygun olmayışı ve orta sahanın defansif orta saha dışındaki tüm bölgelerinin alternatifli oluşuydu. Kaka bir kanat oyuncusu değil ve Melo-Selçuk ikilisinin ikisinden birinin yerinde de oynayamaz. Oynayabileceği yerlerde ise Hamit-Amrabat-Emre-Riera-Engin-Aydın gibi kalabalık ve yeterli bir kadro var.
Gelelim Galatasaray'ın gerçek sorunlarına.
*KALECİ: Muslera'dan sonra kalede güven verecek bir kalecimiz yok. Hatta 3. kalecimizin ismini bilen kaç taraftar var o bile tartışılır. Muslera'nın başına olumsuz bir olay gelmesi durumunda ciddi problem yaşayacağız gibi duruyor.
*ÖN LİBERO: Muslera'daki durum Melo içinde geçerli, Şu anda takımda alternatif bakımından en zayıf bölgelerin başında geliyor. Ön liberoda Ceyhun, Yekta gibi isimlerle oynanan hazırlık maçlarında o bölgede neler yaşandığını hep birlikte gördük.
*SOL BEK: Hakan Balta'nın kalp ritm grafiğini andıran performansı ve Çağlar'ın Anadolu takımı seviyesinden bir kurtulamaması sol bek bölgesininde mutlaka transfere ihtiyaç duyulacağını gösteriyor.
Bu yazıda eksik bölgelerin en başına yazılabilecek yer stoperdi ki bir musubet yönetimi acele de olsa bir tedbir almaya mecbur bıraktı. Ujfalusi'nin yerine gelen Cris tecrübe olarak Ujfa'dan geri kalacak bir isim değil. Karnesine baktığımızda birçok şampiyonluk ve takım kaptanlığı gibi büyük onurlar var. Bonservissiz gelmesi, bir diğer seçenek Kolo Toure'ye göre üçte biri fiyatına oynayacak olması , Afrika Kupası gibi bir sıkıntı olmaması ve takımda Tafo, Melo gibi vatandaşlarının bulunması artıları. Tek eksisi yaşı gibi görünsede bölgesi itibariyle bu durumu tolere edebilecek bir isim gibi görünüyor Cris.
Ujfalusi eğer sakatlanmakta 5 gün geç kalsaydı Dany ve Semih'in yedeğinin Gökhan Zan olduğu aklıma geldikçe atalarımızın BİR MUSUBET BİN NASİHATTAN DAHA İYİDİR sözünün ne kadar doğru olduğunu tekrar görüyorum.
Transfer büyük ölçüde tamamlandıktan sonra Galatasaray'ın gündeminde iki transfer dedikodusu sürekli dillerde dolaştı.
Sol bek ve Kaka...
Kaka olayı taraftarı ikiye bölmüş durumdaydı. Kimileri çok büyük bir yıldız olduğunu, Avrupa sahnesinde Galatasaray'a değer katacağını aynı zamanda forma satışlarında da büyük bir artışa neden olacağını düşünüyordu. Kimileri ise yaşlı ve formsuz olduğunu ayrıca yıllık ücretiyle takım içi dengeleri bozacağını ve bu yüzden gereksiz bir transfer olacağını düşünüyordu.
Her iki tarafın da görüşlerinde de haklılık payı var fakat asıl gerçek Galatasaray'ın sisteminin Kaka'ya uygun olmayışı ve orta sahanın defansif orta saha dışındaki tüm bölgelerinin alternatifli oluşuydu. Kaka bir kanat oyuncusu değil ve Melo-Selçuk ikilisinin ikisinden birinin yerinde de oynayamaz. Oynayabileceği yerlerde ise Hamit-Amrabat-Emre-Riera-Engin-Aydın gibi kalabalık ve yeterli bir kadro var.
Gelelim Galatasaray'ın gerçek sorunlarına.
*KALECİ: Muslera'dan sonra kalede güven verecek bir kalecimiz yok. Hatta 3. kalecimizin ismini bilen kaç taraftar var o bile tartışılır. Muslera'nın başına olumsuz bir olay gelmesi durumunda ciddi problem yaşayacağız gibi duruyor.
*ÖN LİBERO: Muslera'daki durum Melo içinde geçerli, Şu anda takımda alternatif bakımından en zayıf bölgelerin başında geliyor. Ön liberoda Ceyhun, Yekta gibi isimlerle oynanan hazırlık maçlarında o bölgede neler yaşandığını hep birlikte gördük.
*SOL BEK: Hakan Balta'nın kalp ritm grafiğini andıran performansı ve Çağlar'ın Anadolu takımı seviyesinden bir kurtulamaması sol bek bölgesininde mutlaka transfere ihtiyaç duyulacağını gösteriyor.
Bu yazıda eksik bölgelerin en başına yazılabilecek yer stoperdi ki bir musubet yönetimi acele de olsa bir tedbir almaya mecbur bıraktı. Ujfalusi'nin yerine gelen Cris tecrübe olarak Ujfa'dan geri kalacak bir isim değil. Karnesine baktığımızda birçok şampiyonluk ve takım kaptanlığı gibi büyük onurlar var. Bonservissiz gelmesi, bir diğer seçenek Kolo Toure'ye göre üçte biri fiyatına oynayacak olması , Afrika Kupası gibi bir sıkıntı olmaması ve takımda Tafo, Melo gibi vatandaşlarının bulunması artıları. Tek eksisi yaşı gibi görünsede bölgesi itibariyle bu durumu tolere edebilecek bir isim gibi görünüyor Cris.
Ujfalusi eğer sakatlanmakta 5 gün geç kalsaydı Dany ve Semih'in yedeğinin Gökhan Zan olduğu aklıma geldikçe atalarımızın BİR MUSUBET BİN NASİHATTAN DAHA İYİDİR sözünün ne kadar doğru olduğunu tekrar görüyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)